Yaşamımız boyunca iyi ya da kötü, yıkıcı ya da yapıcı, olumlu ya da olumsuz birçok duygu deneyimlemekteyiz. Özellikle kişinin üzüntülü olduğu, bulunduğu durumda ne yapacağını bilemediği ve zihnini bir türlü terketmeyen düşüncelerin meydana geldiği duygular söz konusu olduğunda çoğunlukla bu duygulardan kurtulmaya çalışma eğilimindeyizdir. İşte bu, kişiye son derece sıkıntı veren, hatta belki de en çok kendimizi kaçarken bulabileceğimiz duyguların başında kaygı gelmektedir.
Kaygı kavramı toplum içinde korku ve endişe gibi yakın anlamlı ifadelerle sık sık karıştırılmaktadır. Bu nedenle öncelikle bu kavramların arasındaki farklara biraz göz atalım istiyorum.
Korku ve kaygı arasında nesne bakımından bir ayrım yapmak bizi bu hususta yeterince aydınlatacaktır. Öyle ki korkunun aksine kaygının bir nesnesi bulunmamaktadır. Örneğin böcek fobisi olan birini düşünürsek, bu kişinin yaşadığı duyguya korku deriz. Çünkü bu duygunun bir nesnesi (böcek) bulunmaktadır. Fakat üniversite sınavına girecek olan, yeterince çalışmamış bir öğrenciyi düşündüğümüzde ise bu kişinin yaşadığı duygu kaygıdır. Çünkü kişi, sınavdan geçip geçemeyeceği veya istediği puanı alıp alamayacağı gibi bir sürü belirsizlikle karşı kaşıya kalmıştır ve korku durumundaki gibi bir nesneye de sahip değildir.
Endişe ile kaygı arasındaki farkı anlamak için ise ülkemizdeki Bilişsel Davranışçı Terapi ekolünün duyeni diyebileceğimiz Prof. Dr. Mehmet Zihni Sungur’un ‘Belirsizlikle Barışmak: Kaygı ve Endişeyi Yönetmek‘ adlı kitabından faydalanmak isterim: Kaygı, geleceğe yönelik bir tehdit ya da tehlike algısı oluştuğunda ortaya çıkan bir duyguyken, endişe, oluşan bu rahatsız edici duyguyu azaltmak amacıyla devreye giren düşüncelerdir. Endişe, kaygıyı azaltmak için yapılan ve kaygı azalıncaya kadar devam ettirilen bir düşünce üretme sürecidir.
Kaygı ve Bilişsel Davranışçı Terapi
Bilişsel modelde, anksiyete, öfke ve umutsuzluk gibi olumsuz duygular yaşayan kişilerin bunları olayların kendisine karşı değil, bu olaylarla ilgili kendi beklentileri ve yorumlarına karşı yaşadıkları öne sürülür. Bilişsel modele göre anksiyete hisseden insanlar sistematik olarak var olan tehlikeyi abartılı olarak olduğundan daha fazla olarak hissederler. Bu abartılı değerlendirme sonucunda da otomatik olarak anksiyeteyi aktive ederler. Yaygın anksiyete ile ilgili olarak bilişsel model, bireylerin kendileri ve yaşamla ilgili inançları nedeniyle birçok durumu tehdit olarak algılama eğilimleri sonucunda oluştuğunu belirtir(Öngider, N. 2013).
BDT’nin Etkililiği
Bilişsel Davranışçı Kuramın bilimselliği, deneye ve kanıta dayalılığı son derece önemsediği için şimdi de BDT’nin çeşitli anksiyete bozukluklarının tedavisinde etkililiği konusunda yapılan bilimsel çalışmaların bulgularına göz atalım.
Bilişsel-Davranışçı Terapiye dayalı psiko-eğitim programının üniversite öğrencilerinin Sosyal Anksiyete düzeylerine etkisini konu alan çalışmayla başlayalım.
Araştırma bulguları değerlendirildiğinde geliştirilmiş olan programın LSAÖ (Liebowitz Sosyal Anksiyete Ölçeği) alt boyutları olan kaygı ve kaçınma puanları azalttığı, programın etkililiğinin üç ay sonra gerçekleştirilen izleme testinde de sürdüğü görülmüştür. Bilişsel davranışçı terapi ve bu yaklaşıma dayalı uygulamaların sosyal anksiyete tedavisinde işlevsel bir yaklaşım olduğu ifade edilmektedir.
Bulgularını paylaşacağımız bir başka araştırmada ise bilişsel davranışçı terapinin anksiyete bozukluğu tanısı almış boşanmış kadınlar üzerindeki etkililiğinin incelenmesi için, kadınların anksiyete düzeyleri terapi öncesi ve sonrasında değerlendirilmiştir. Yapılan çalışma sonucunda BDT sonrasındaki anksiyete puan ortalama sının (14,65) terapi öncesindeki puan ortalamalarına (23,48) göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha düşük olduğu bulunmuştur. BDT sonucunda boşanmış kadınların anksiyete ve depresyon düzeylerinin azaldığı; ayrıca, kadınların BDT sonrasında kendilerini daha az yalnız hissettikleri saptanmıştır (Öngider, N. 2013).
Son olarak çocuk ve ergenlerde kaygı bozukluğu alanındaki ilk çalışma olan Kendall’ın araştırmasını inceleyelim. Çalışmada yaşları 9-13 arasında olan, 64 çocuk üzerinde bireysel olarak yürüttüğü 16 haftalık bir BDT’nin sonucunda, olguların % 64’ünün artık tanı ölçütlerini karşılamadıklarını bulunmuştur. Aynı oran bekleme listesinde % 5 olarak saptanmıştır. İzleme çalışması ile sonuçların bir yıl boyunca kalıcı olduğu görülmüştür. Randomize kontrollü çalışmalardan elde edilen etki derecesi genellikle yüksektir ve tedavi sonrası değerlendirmelerde BDT ile tedavi edilen çocukların yaklaşık üçte ikisinin tedavi olduğu saptanmıştır. Tedavisi tamamlanmış çocukların izlendiği çalışmalarda tedavi kazanımlarının genel olarak sürdüğü ortaya çıkmıştır. (KARAKAYA, E., & ÖZTOP, D. B. 2013)
Sayfa içeriği sadece bilgilendirme amaçlıdır, tanı ve tedavi için mutlaka doktorunuza başvurunuz.